Düşlerinde geçen
bir çocukluğunu yaşayamamıştı. Bütün mutlulukları yaşayanlar gibi pek mutlu
yaşamasa da, hayalindeki çocukluğu gibi bir bisikleti olmamıştı. Aydınlık
düşler kurarken, düşlerin karanlık yanında kalmış, bunaltıcı düşleri yaşamıştı.
Oyuncakların hepsi kırıktı, oynamakta usanan çocukların bir duvar dibine fırlattığı
oyuncakları alarak, onlara sımsıkı sahiplenerek o eski kırık oyuncaklarla
oynamıştı. O eski oyuncağı elinde gören bir kenara atan o arkadaşı elinde
görünce kıskanırdı, çünkü kendisine yeni alınırken bu kadar sevinmemiş ve
sahiplenmemişti. Çocukluğu kalbini yaralasa da o bir şekilde bu yarasını
sarmayı başarmıştı.
Gün öğle vaktiydi,
büyüme vaktiydi. Şimdi oturduğu evinde bir masa vardı; masada küçük kırık bir
vazo vardı. Bu vazoda kurumuş çiçekleri vardı. Artık zaman büyüme zamanının
bahar ayıydı ve büyüdü. Bir duvarların dibinde oturur güneşle açar dışarıya
çıkar, güneş batmaya yakın, batan güneşle kaybolurdu. Belki bir yerde veyahut ta
başka bir şehirde yüreğindeki acılarını gönlündeki i karanlık bulutların dağıtarak saklanmış, bir yerde bir taşın altında
yorgun uyurken sanki onu bekliyor hissine kapılarak ürperirdi. Anne ve babası
küçük iken kaybetmiş olmanın acısı hüznü yüreğinde taptaze dururken, amcasının sahip
çıkmasıyla öksüzlüğün acısını yüreğinde azaltarak yaşamıştı. Yaşı on dokuz
olmuş, köyde Rüstem amcanın kullanmadığı bağ evinde yaşıyordu. Köyün dışında
olsa da bu ev, sessizliğin fısıltıları ile huzuru buluyor ve yalnız yaşıyordu. Anlamıştı
ta o küçük annesiz babasız kaldığı o günde aslında tek ihtiyacın bu dünyada bir
anne baba tarafından sımsıcak sevilmek olduğunu fark etmişti. Şimdi bunu tekrar
düşünerek yalnızlığını çocukluğundan kalan yanını unutturmaya yaramayan, ondan
geriye kalan, bazen aç bazen tok yattığı pek önemsemediği hayatın pekte
önemsenmeyen bir yanıydı sadece. Anne ve babası dün bugün veya yarın ölmüş aynı
şeydi, sımsıcak bir kucaktan ayrı kalmak çocukluğundaki gibi aynı acıları
yaşatacaktı biliyordu. En iyi zamanlarda en iyiyi yaşamasa da, anne ve babası
ile yaşamış, sevgi dolu bir çocukluk yaşamış, şimdi o günleri şimdiki anne ve
babasız günleri ile karşılaştırınca için için şimdi seviniyordu adeta.
Hayat bu insanı
bir yerden alıp başka bir yere taşıyordu, sen en kadar ben gidemem yürüyemem
desende alıp kendi elleriyle götürüyordu. Annesi dokuz yaşında babasını da on
yaşında kaybetmişti. Annem babam olmadan nasıl yaşarım derken o zamanlar şimdi
aradan on yıl geçmişti o yıllarda onu teselli edecek birilerini, yüce Allah
göndermişti, zaten her sıkıntılı demlerde Allah kuluna yardım ediyordu. Mesela
köyden şehre taşınan Ramazan dayı, şehirde yaşayamamış şehrin onca kalabalığın da
yalnızlığın sıkıntılar içinde tekrar köye dönmüşlerdi. Ramazan dayının kızı Gülseren
o zor acı dolu anlarında bir sırdaşı olmuş, acılarını onunla oynayarak atlatmıştı.
Acılarından yalnızlığından teselli ile kurtuluşu idi, o acılı günlerinde Gülseren
ona yardım etmiş, hayatını değiştirmişti. İçinde hüznü acısı da olsa güzel
günlerdi, sanki yüreğinde Gülseren bir devrim yapmıştı. Yalnızlık dolu sokağına
birden bahar gelmiş, o andaki tüm üzüntülerini Gülseren bir süpürge ile
süpürmüş yok etmişti. İşte yine sabahın ilk ışıkları kahramanımız Murat sabah
namazını eda etmiş, pencereden dışarıyı izlerken, Gülseren yine her sabah
olduğu gibi eli ile hazırladığı kahvaltıyı getirirken gördü. Gülümsedi, hemen
kalktı kapıya koştu. Gülseren kapıda görünce Murat’ı gülümseyerek.
-Selamun aleyküm
hayırlı sabahlar, bakıyorum erkencisin yine benim gibi.
Murat mahcup bir
eda ile.
-Aleyküm selam, her
gün bıkmıyor musun bana kahvaltı öğlen akşam yemek taşımaktan?
Gülseren gülümseyerek.
-Ne zahmeti, zahmet
mi olurmuş, nasılsa sofra kuruluyor ha bir eksik ha bir fazla, ne fark eder ki?
Gel bizimle otur soframızda diyoruz onu da kabul etmiyorsun!
-Ama beni mahcup ediyorsunuz,
ben kendim hazırlarım oysa…
Gülseren
- Âmâsı maması yok,
olur mu hiç öyle şey, yoksa annemle benim yemeklerimi…
Murat hemen
atılarak.
-Sevmez olur muyum
yemeklerinizi, ama size zahmet veriyorum.
-Olsun hem
böylelikle seni görmüş oluyorum sabahın seherinde, sen çocukluğumdan beri bana
iyi geliyorsun.
Karşılıklı
birbirlerinin gözlerine gülümseyerek bakarak, başlarını öne eğdiler. Sözlerini
yarına taşıyarak bitirmemek adına birbirlerini sevdikleri söylemeyerek, yarına
o güne o ana taşımanın heyecanı ile hala beklemekteydiler. Gerçi köyde herkes
birbirlerine olan yakınlığı biliyor, birbirlerine bu aşkı da yakıştırıyorlardı.
Şimdi ufuklarda
yaklaşan hayat gemisi, yeni umutları da taşıyarak kendisine doğru limanına yanaşıyordu.
Hayat çocukluğunda gülmemiş olsa da, kendisini güldüreni yanına getirmiş olması,
duyduğu acıları sıkıntıları hafifleterek, yeni umutlarla kendisine doğru yanaştığınızda
hissediyordu bu arada. Hayattı bu kaçınılmaz olanı yaşamaktan kaçınılmayan… Gülseren
sofrayı kurduktan sonra karşılıklı kahvaltı yapmaya başladılar. Gülseren
-Farkında mısın
seninle kahvaltı yapmayı sofraya oturmayı çok seviyorum, küçükken de yaramazlık
yapar yemek yemezdim, annem babam seni çağırır oturur senin ile bir tek yemek
yerdim.
Murat gülümsedi
-Bak hala yine
benimle yiyorsun, zaten farkındaysan bende sen olmadan amcamın evinde yemezdim
seni çağırılar yine karşılık yemek yerdik.
Karşılıklı
gülüştüler. Murat
-Sen gelirken
leylakların olduğu Hüseyin amcaların bahçesinden geliyorum desem çok uzak, sen
ne zaman gelsen Leylak kokuyorsun ama bu leylakların kokusu bambaşka.
-Hayır, ama
göğsümde Leylaklar var, belki onun kokusudur tenimle beraber kokan.
Murat
gülümseyerek.
-İşte şimdi oldu, zaten
bu köyde bir leylak gibi kokan sen varsın ve koynunda taşıdığın için böylesine
güzel ve sen kokuyor.
Gülseren tatlı
tatlı gülümserken, yanakları da elma gibi kızardı.
Mehmet Aluç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder